Büyükyapalak’a Ortaokul Açılıyor:
Toplum hayatının sağlıklı bir şekilde sürdürülebilmesi için her ferdin durum ve şartlara göre sorumluluk üstlenmesi gerekir. Üstlenilen sorumluluğun ne olduğundan ziyade o sorumluluğun yerine getirilme şekli toplumun ahlak ve karakteristik yapısını belirler. Toplumda bir işlevi ve gerekliliği olan hiçbir iş küçük ve basit değildir. Yeri ve zamanı geldiğinde en değersiz görülen bir iş en hayati işe dönüşebilir. Toplumu oluşturan en küçük bir parça bile, bir saatin içindeki parçalar gibi bir işleve sahiptir, kendi yerini ancak kendisi doldurabilir. Yeri gelir doktor, yeri gelir fırıncı, yeri gelir anahtarcı hayati öneme sahip meslek sahibi haline gelebilir. Aslında her iş ve meslek lazım olduğu yerde ve lazım olduğu kadar kıymetlidir, bir diğerine karşı üstünlük sahibi değildir. Daha açıkçası ‘acı nerdeyse can ordadır’ fehvasınca en önemli meslek ve kişi kendisine o an için ihtiyaç duyulandır. Bu da şartlara göre değişebilen bir durumdur zaten.
Her ne kadar genel olarak durum yukarda ifade edilmeye çalışıldığı gibi ise de bazı mesleklerin özel durumları vardır. Muhatabı doğrudan insan olan bu meslek sahipleri fedakârlık ve özverileriyle farklı bir konumdadır. Bu mesleklerden biri de çocuklarımızı ve geleceğimizi ellerine bıraktığımız öğretmenlerdir şüphesiz ki. Bir geçinme biçimi olmaktan ziyade bir özveri mesleğidir öğretmenlik. Kendi öz evlatlarından ayırmadığı öğrencileri bin bir zahmet ve fedakârlıkla eğitirken sergilediği özverili davranış her türlü takdirin üzerindedir. Bu vasıflara sahip her öğretmen sadece işini yapan bir görevli değil, toplumun geleceğini doğru biçimde şekillendiren bir toplum mühendisidir. İdealist, ülkesini seven, derdi davası olan öğretmenler toplumun en saygın kişilerindendir. İşini bu bilinç ve duyarlılıkla yapmak şartıyla her meslek erbabı da böyledir tabi ki…
Bu yazıda size idealist bir öğretmenin eğitim için ortaya koyduğu fedakârlık ve gayreti kendi ağzından anlatmaya çalışacağım. Bu günlere kolay gelinmediğinin ispatı mahiyetindeki bu anlatı, o dönem şartlarını da hatırlamamıza vesile olacaktır. Anadolu köylüsünün neden geri kaldığını daha iyi anlayacaksınız bu yazıyı okuyunca.
Özveri ve fedakarlıkla görevini ifa edip cehdi ile cahilliğe set olan Muhittin Buğday hocamı daha önceki yazılarımdan hatırlayacaksınız. Kendisi, çeşitli köylerimizde öğretmenlik yaparken yaşadığı sıkıntıları, verdiği mücadeleyi gelecek nesillere de bir hatıra gibi aktarmaya, nerden geldiğimizi bize unutturmamaya çalışıyor. Katma değer üretebilen öğretmenlerden birisi olan hocamız emeklilikten sonra bile değer üretimine devam etmeye, en azından bir katkı sağlamaya çalışıyor geçmişteki yaşanmışlıklarını bizlere aktararak.
Sözü Muhittin Buğday hocamıza bırakalım…
İnançların gerek insanın iç dünyasında ve gerekse toplumsal yaşamda ortaya koyduğu olumlu yankılar herkes tarafından kabul edilir. İnsana sağladığı moral desteğin yanında hayatı belli alanlarda disipline etmesi, insanlar arası ilişkilerde aktif rol oynaması sebebiyle özellikle toplumbilimcilerin her zaman ilgisini çekmiştir. Ancak bir inanç, mensupları tarafından ideolojiye dönüştürülür ya da ideolojilere alet edilirse felakete yol açabilir, toplumun barış ve huzurunu yok etmeye sebep olabilir. Tarih bize bunun örneklerini bol miktarda vermektedir. Bırakın inançlar arası çekişme ve düşmanlığın nelere yol açabildiğini; bir dinin kendi mensupları arasındaki görüş ve yorum farklılıklarının bile ne acıların yaşanmasına sebep olduğunu bilmekteyiz. Bağlılıkların bağımlılıklara dönüştürülmesiyle bir inanç ve yaşam tarzının başkaları için bir düşmanlık oluşturması her zaman mümkündür. Ülkemizde bu durum zaman zaman sağ-sol zaman zaman da alevi-sünni şeklinde kendini ortaya koymuştur.
Bu acı örneklerin tekrar yaşanmaması için geçmişten ders çıkarmalı, bizi bölmelerine izin vermemeliyiz. Bu ülke her çeşitten insanıyla hepimizin ortak evidir, barış ve kardeşlik duyguları içerisinde yaşamak isteyen herkes bu ülkenin saygın bir üyesidir.
1967'de Elbistan'da Alevi-Sünni olayları olmuştu. Kim ne etti, nasıl ettiyse aynı yörenin insanlarını birbiriyle adeta savaşır hale getirmişti bir anda. Elbistan karmakarışık olmuştu bu olaylar sebebiyle. Tahrikler, kışkırtmalar yaşanmaması gereken bu korkunç olaylara sebep olmuş, yıllarca devam edecek düşmanlıklara kapı aralamıştı. Olmasa iyiydi ama oldu. İdeolojik bakış açılarının çeşitli inanç gruplarını birbirine karşı nasıl düşmanca hislerle doldurabildiğinin bir örneği olarak tarihin hafızasına kaydoldu bu olay.
Benim çalıştığım köyde Alevi köyü idi. İstenmeyen o olaylar olmadan önce çok sıkı dostluklar kurmuştuk karşılıklı olarak. Birbirilerimize karşı samimi, art niyetten uzak ve inanç yorumlarına saygılı olmamız sağlamıştı bu dostluğumuzu. Ancak Elbistan’da yaşanan ve bizim tamamen dışımızda gerçekleşen bu olay dostlarımızla aramızın bozulmasına ve karşılıklı olarak soğuklaşmaya sebebiyet verdi. Daha düne kadar okul için verdiğim emek karşısında beni alkışlayanlar, okulun bahçesinin kenarlarına diktiğim ağaçları görenlerin,’hocam bu ağaçlar yetişirse bu okul yüz sene odun kömüre ihtiyaç duymaz,’ diyerek benim gayretimi artıran köylülerin nazarında artık ben bir öğretmenden çok bir Sünni idim. Bu aşamada benim herkesi önce insan olarak görmem, davranışlarımı da bu paralelde geliştirmem yetmiyordu. Milletin içine ikilik düşmüş, toplumda kopmalar yaşanmaya başlanmıştı. Hazreti Ali ile Muaviye arasında yaşanan olaylar esnasında henüz Müslüman bile olmayan toplum, 15 asır sonra işlemedikleri hatta taraftarı bile olmadıkları bir suçtan dolayı birbirlerini suçluyorlardı. Bu olacak iş değildi ama gerçek buydu. Bu saatten sonra bu köyde öğretmenliğe devam etmeme imkân kalmamıştı. Başımın çaresine bakmalıydım bir şekilde…
Okulların tatil olduğu dönemde tayin işini halledebilmek umuduyla olsa da içimde engelleyemediğim bir sürü kaygının gölgesinde Kahramanmaraş'a gittim. O sıralarda Necmettin Karaduman isminde Trabzonlu Muhterem bir valimiz vardı. Kendisiyle görüşerek içinde bulunduğum şartları anlattım. Anlayış gösterdi ve bana; ‘şimdi okullar tatilde. Sen okulların açılmasına bir ay kala gel, gereğini yaparım, seni istediğin bir yere gönderirim’ dedi. Mutlu olmuştum.
Okulların açılmasına bir ay kala tekrar Vali Bey’in yanına gittim. Vali Bey bana;’3 tane köy yaz, dilekçeni de yaz, getir,’ dedi. Ben de Elbistan'ın yakın köylerinden olan Çiçek köyünü, Akveren’i ve bir de Cela’yı yazdım. (Cumhuriyetin kurulması ile muhtarlık olan ‘Cela’ köyü 1958 yılında Belediye Teşkilatı kurularak belde haline dönüşmüştür. 01.01.1983 tarihinde ‘Cela’ kasabasının adı Ekinözü olarak değiştirilmiş ve 20 Mayıs 1990 ve 20523 sayılı Resmî Gazete'de yayınlanan 3644 sayılı kanun ile ilçe haline dönüştürülmüştür. 19.09.1991 tarihinde fiilen ilçe statüsünü kazanmıştır.) O yıllarda Cela henüz nahiye idi. Bildiğim kadarıyla orada boş yer yoktu ama oradan bir öğretmenin tayinini gerçekleştirerek beni oraya atamışlardı. Benim bu işleme gönlüm razı olmadı, Milli Eğitim Müdürü'nün yanına gittim. Validen torpilli olduğumu müdür biliyordu. Atamamı yaparken de zorlanmıştı.’Vali Bey’i nereden tanıyorsun, niye görevine devam etmiyorsun? O köye kimi tayin edeceğiz?’ gibi sözler konuşuyordu bana. Ben itizarımı kendisine aktarınca şöyle dedi: ‘Vali Bey'e telefon ettir, istediğin köye verilirsin sen!’ Ben Vali Bey’i tekrar rahatsız etmemek için gitmediğim gibi telefonla da herhangi bir bilgi vermek istemedim. O sene Cela nahiye olduğu için ortaokul açılmıştı. 1968 yıllarıydı, ortaokula bir müdür verdiler. Müdür yardımcısı edebiyatçıydı, dolayısıyla o edebiyat derslerine giriyor, bende coğrafyayla beden eğitimlerine giriyordum. Çok güzel bir 19 Mayıs Bayramı yaptım. Celalılar tarafından alkışlarla izlenen bayram etkinliği iyi de bir takdir topladı. Hatta takdir edenlerin bir kısmı ismimi zikrederek; ‘var olasın Yapalaklı,’ diye alkışlarla beni onurlandırdılar. Ben de’ biz kardeş köylüyüz, -her iki köyde ‘Ş’ özürlü- elimden geleni yapmak zorundayım,’ diye karşılık verdim.
Cela’ye ortaokul açılmadan önce ortaokul okumak isteyen çocuklar mecburen Elbistan’a gidiyorlardı. Bu durum hem öğrenciler hem de öğrenci velileri için ciddi sıkıntılara yol açıyordu. Birçok öğrenci velisi sırf bu zorlukları göze alamadığı için çocuğunu ortaokula vermekten vazgeçiyor, ilkokuldan sonra okulu bıraktırıyordu. Ortaokul açılınca Elbistan’a gitmek zorunda kalan öğrenciler de Cela’ye döndüler ve bu durumda 2. sınıfta açılmış oldu. Açılalı 2 yıl olmasına rağmen okulumuz ilk mezunlarını verdi. Mezun olan çocuklardan isteyenler hemen adliyede zabitlik, bekçilik gibi çeşitli işlere atandılar. Çalışana ihtiyaç vardı o yıllarda. Eğitimin bu olumlu katkısının kısa sürede anlaşılması insanların ortaokula bakış açılarını değiştirecekti anlaşılan…
Doğrusunu söylemek gerekirse mezun olanların bu kadar kısa sürede iş bulmaları karşısında herkesten çok ben heyecanlanmıştım. Bu biraz farklı bir heyecandı, eğitimin bu olumlu katkısı kafamda şimşekler çakmasına yol açmış, beni farklı bir düşünceye sevk etmişti. Kendi köyümde ortaokul açmak! Neden olmasındı ki? Ne yapıp edip Büyükyapalak’a tayinimi aldırmam lazımdı. Tayinim Büyükyapalak’a çıkarsa mutlaka kendi köyüme bir ortaokul açmak için mücadele etmeyi kafama koymuştum. Köyüme karşı bitmez tükenmez bir sevgim vardı, neden öğretmenliğimi kendi köyümde yapıp köyümün insanları için olağanın dışında bir şey yapmayayım ki? İçinden üç ırmak akıp giderek Akdeniz’e ulaşan koca bir ovada susuz tarım yapan babalarımızın çatlak topukları, nasırlı elleri, gün yanığı yüzleri çocuklarının da kaderi olmamalı, diye düşünüyordum.
Köyümün gençleri de iş-aş sahibi olmalıydı. Devlete ve topluma daha yararlı birey olmaları ise okuyarak kendini yetiştirmekten geçiyordu. Bunu başarabilir, arkamda hayırlı bir eser bırakabilirdim. Bunu neye mal olursa olsun yapmalıydım…
Büyükyapalak’ta çalışan bir öğretmen arkadaş vardı. Büyükyapalak’ta görev yapmaktan pek hoşnut değildi. O yıllarda becayiş denilen karşılıklı gönül rızası ile yer değiştirme uygulaması vardı. İlgili arkadaşa becayiş yapma teklifimi ilettim. Memnuniyetle kabul etti ve becayiş yaptık. Devlet Yapalak’a benden önce Abdurrezzak Kurnaz Bey’i atamış, o da benden önce gelip görevine başlamıştı. İlköğretim müdürümüz Mükremin Köker Hoca Abdurrezzak Bey’e müdürlük yetkisi de vermiş, okulun idaresini onun ellerine bırakmıştı. Ben Mükremin hocaya gittim,’müdürlük benim hakkım, bana vermen gerekiyordu,’ dedim. O da ‘Sen gelmeden görev onun hakkıydı, ben görevlendirme yaptığımda senin tayinin söz konusu değildi. Eğer siz ondan önce gelseydiniz size verirdim. Abdurrezzak hocayla beraber çalışın, o da senin arkadaşın,’ dedi. Mükremin Bey hocamız Ortaokulda okurken bizim müzik derslerine gelirdi. Öğrencilik yıllarımdan beri birbirimizi tanıyorduk. ‘Peki hocam, sizin dediğiniz gibi olsun,’ dedim.
Böylece çok istediğim Büyükyapalak’ta göreve başlamış olduk. Artık kafama koyduğum ortaokul meselesine el atabilirdim…
Vakit geçirmeden Büyükyapalak’ta hemen bir dernek kurmak için girişimde bulundum. Kurduğumuz derneğin başına Abdurrezzak Bey müdür olduğu için onu başkan yaptık, ben muhasebeci, köyden de birkaç tane arkadaşı üye olarak yazdık.
Tüzüğümüzü ve gerekli evrakları hazırlayarak Kaymakamlığa teslim ettik. Kaymakam bey sağ olsun çok iyi karşıladı. O yıllarda Elbistan'da Mustafa Oruçoğlu isminde çok değerli bir Kaymakamı vardı-1970- 1972-. Oruçoğlu diye anılırdı. Elimizdeki dosyayı inceledikten sonra, ‘eğer bunu başarabilirsen çok büyük bir hizmet etmiş olursun,’ dedi. ‘Çok sağ ol sayın kaymakamım. Bizim de tek gayemiz vatana hizmet,’ dedim.
Evet. Gayemiz hizmet etmekti ama nasıl? Hizmet etmenin bir bedeli vardı. O yıllarda bu günkü imkânların hiç birisi yoktu. İşin içine gönüllü olarak girmiştik. Tek başımızaydık, kendi yağımızla kavrulacak ve bu işin içinden alnımızın akıyla çıkacaktık. Sonuçta köyümüzün bundan sonraki geleceği vardı önümüzde. Ne yapıp edecek ve bu işi halledecektik. Aklımıza koymuştuk bir kere. Ama kazın ayağı hiçte göründüğü gibi değilmiş. İşin içine girdikten sonra şartların ağırlığını daha iyi anladım.
Ortaokulu açabilmem için devlet benden bir bina bulmamı, içine de 40- 50 tane sıra yaptırıp koymamı, tüm bunlar oluştuktan sonra ancak o zaman müdür atayıp öğretmen verebileceğini, bundan öncesi için devletin ayrılmış ödeneğinin olamayacağını söylediler.
Dernek olarak karşı karşıya kaldığımız zorluğu aşmanın bir yolu var mı diye kafa yoruyor, işin içinden bir türlü çıkamıyorduk. Ekmeğini kıraç topraktan çıkaran insanlardan okul binasının yanı sıra 40-50 tane de sıra yaptıracak parayı toplayarak bir araya getirmek nerdeyse imkânsızdı.
İlk senemiz hâl çaresi arayarak geçti. Ne zaman bir araya gelsek bu konuyu tartışıyor, bir neticeye ulaştırmaya çalışıyorduk.
Bu arada Toprak Komisyonu Kurulu kararıyla Büyükyapalak köyünde topraksız ailelere toprak verilmesi gündemdeydi. Bu gündem bana bir çıkış yolu sağladı. Aklıma gelen fikri kaymakam beye açmak için makamına gittim.
İçinde bulunduğumuz durumu olduğu gibi kendisine anlattım. ‘Sayın kaymakamım, arazi alacak ailelerden derneğimize yardım alalım. Bu alacağımız parayla ortaokulu açalım, gerekli sıraları da yaptıralım.’ Kaymakam Bey teklifime sıcak baktı. ‘Neden olmasın? Bu okul köy halkına büyük hizmet olacak. İtiraz edeceklerini sanmıyorum,’ dedi. Kaymakam Bey’in olumlu yaklaşımı beni sevindirmişti ama bir endişemi dile getirmek zorundaydım yine de:
‘Yalnız bir problem daha var. Ben Büyükyapalaklıyım. Bizde: ‘Ev danasından öküz olmaz’ diye bir söz vardır. Ben durumu anlatıp, toprak alacak köylüler derneğimize yardım yapacak desem; ‘adam öküz derdinde, gelin sakız derdinde’ diyerek rıza göstermezler. Bu nazik durumu anlatmak için köye gelmeniz gerekir,’ dedim. Kaymakam bey de gelmeyi kabul etti. ‘Kaymakam bey’im bir problem daha var,’ dedim. ‘Sizin yanınızda askerde götürmeniz lazım.’Kaymakam şaşırarak, ‘o neden icap ediyor,’ dedi. ‘Vallahi biz de ağzı bozuk, parası olmayan insan çok var. İleri geri konuşanlar olur. Asker olursa üzüleceğimiz sürpriz bir durumla karşılaşmayız.’ dedim. Kaymakam Bey de bu tedbir olayını yerinde buldu. Karakolu telefonla arayarak, ‘yarın Yapalak’a giderek arazi dağıtılanların tapuları vereceğim. Güvenlik için bana bir Başçavuş 10 kadar da asker refakatçi olacak,’ dedi. Karşıdaki ses,’anlaşıldı Sayın Kaymakamım,’ dedi.
Kaymakam bey bana dönerek, ‘makbuzun falan var mı?’ diye sordu.
‘Hepsi hazır efendim,’ dedim.
‘Peki kaç lira alacaksın?’
‘Çap -tapu- başına 200 lira alabilirsek Ortaokula bina kiralar, sıraları da yaptırır bu ortaokulu açarız.’ dedim
‘Sen 200 lira kurtarır diyorsan ben de 200 lira alacağım herkesten,’ dedi.
Bir Cuma günümüydü neydi, mübarek iyi bir gündü.
Büyükyapalak’ta tapular dağıtılmaya başlandı. Mekân olarak sağlık ocağı seçilmişti.
Makbuzu kesiyoruz, tapu sahibi 200 lirayı veriyor tapusunu alıyordu.
O an 200 lirası olmadığı için tapusunu alamayanlar arasından ortalığı karıştırmaya yönelik sataşmalar oluyor, arada bana abuk sabuk küfür edenler çıkıyordu. ‘Birde bunu başımıza çıkardı,’ diyenlerin lafları içeriden dışarıya taşınca kardeşim de buna tesadüf ediyor. Adı gerekmezin birisiyle kardeşim yaka paça oluyor, araya giren köylüler ayırmışlar.
Bir hararetle içeri girdi, ‘ağabey ‘aptaldan paşa, tahtadan maşa olmaz’ bu köye iyilik etmek bunlara yaramaz. Bunlar okuyup da ne olacaklar. Kendini yorduğuna değmez, kalk evimize gidelim,’ dedi.
‘Sen eve git. Bu parayı ben toplayacağım. Ortaokulu açacağım. O küfür edenlerin de kötülükleri yanına kalacak.’
Bu sözleri işiten Kaymakam Bey hemen kalktı, dışarı çıktı.
‘Kim bu öğretmene küfür ettiyse bende de ona aynen fazlasıyla iade ediyorum.’ Askerlere dönerek,’bunları uzaklaştırın. Parası olan gelsin, parası olmayan gelmesin,’ dedi.
Neyse akşama doğru 4000 lira para topladık. O zaman 4000 lira çok iyi paraydı, bir öğretmenin maaşı tahmin ediyorum 400-500 lira civarındaydı. O parayı toplamak gerçekten bir mucizeydi. Kaymakam bey'e;
‘Sayın kaymakamım, bu para bizim işimize yetiyor,’ dedim.
‘Ne kadar toplandı?’
‘Vallahi 4000 lira oldu. Ben bununla binayı da tutarım, sırayı da yaptırırım. Ortaokulu da açarım.’
‘Çok güzel,’ dedi.
‘Kaymakam beyim, sizden bir şey rica edebilir miyim?’
‘Tabi ki…’
‘Parası olmadığı için tapularını alamayanlarında tapularını versek, bu işi daha da güzelleştirsek. Çünkü onlar çok muhtaçlar, onların hiçbir zaman yardım edecek 200 liraları olmaz.’
Benim bu sözlerimin akabinde askerlere dönerek,’parası olmadığı için tapusunu alamayanlarda gelsin. Onlarda tapularını alacak.’ O gün orda bulunan herkesin tapusu verilmiş, derneğinde kasasında 4000 lirası olmuştu.
Kaymakam bey’le birlikte ben de Elbistan'a gittim. Doğruca bankaya giderek parayı derneğin hesabına yatırdık. Üzerimizden büyük bir yük kalkmıştı.
Okul için uygun bina aramaya başladık. Bizim eski muhtarın güzel bir evi vardı. -Er lakabıyla anılır- Deli Ahmet amcanın evini kiraladık. Okula uygun tadilatını yaptığımız evi boya badana yaptırarak hazır hale getirdik. Bu arada da marangozlara 40 tane sıra yaptırdık. Ayakları demir, üzeri tahta olan sağlam sıralar eğitim dönemine hazırdı. Dernekten istenilenler yerine getirilmişti.
Bu şekilde milli eğitim tarafından müdür verildi, öğretmenler atandı. İlk dönemin başında ders yılı başlamış, orta öğretime giden çocuklar için de 1971-72 öğretim yılı için Yapalak’ta zil çalmıştı.
Yapalak’a ortaokul açılması, şehirde çocuğunu okutmaya gelir seviyesi yetmeyen anne babalar içinde bulunmaz bir nimetti. Bu okulla daha fazla çocuğun okula giderek okumasının imkânı sağlanmıştı.
Bu çabaların ürünü olan çok sayıda hâkimi-savcısı, doktoru, öğretmeni ve her seviyede memuru olan bir köy olduk.
Cahilliğin kader değil, imkân meselesi olduğunu bir kez daha gördük. Küçük bir dokunuşun, iyi niyetli ve samimi bir çabanın bir köyün çehresini nasıl değiştirdiğinin en açık ispatı benim köyümdür.
Çorbada tuzu olanlardan biri olarak bu konuda çok bahtiyarım.
Elbette ki Muhittin hocaların hikâyeleri bu kadardan ibaret değildir. Bugün bu gayret ve özveriyle çalışan öğretmenlere duyduğumuz ihtiyaç her zamankinden çok daha fazladır. İdealist, fedakâr, kendisinden veren, diğerkâm ve katma değer üretebilen nice Muhittin hocalar bizi bu günlere taşıdı.
Yeni Muhittin hocalar yetişmesi dileğiyle…
Kim kime ne dedi, kim ne anladı şeklinde bir soru soracak olursak, âdeti olduğu üzere, bu soruların cevabını ehl-i hâl daha iyi bilir, deriz. Bizim merak ettiğimiz şairin ne düşündüğü diye soracak olursanız buyurun şiire. Bakalım şair ne söyler!
Şair Hitabıdır
Cehd ile cehalet yan yana durmaz
İlim irfan ile durur dediler.
Yapraksız ağacın gölgesi olmaz
Maraz nüksederse kurur dediler.
Altın-gümüş gram gram tartılır
Lal-ü gevher, inci, mercan katılır
Demir tonla, saman toptan satılır
Yükte ağır olan yorar dediler.
Şehr-i ilmin paslı olmaz kapısı
Arifi celbeder daim yapısı
Gelip geçiciymiş dünya tapusu
Onla oyalanmak zarar dediler.
Aptal paşa olmaz tahta da maşa
Ataşla oynayan düşer ataşa
Taç fayda eder mi akılsız başa
Kıymetin bilmeyen kırar dediler.
Tahta maşa ile ateş tutulmaz
Körler çarşısında ayna satılmaz
Kötü söz söylenen söz unutulmaz
Kem kişiden olmaz yarar dediler.
Boş kaldı pınarla çeşme başları
Tarihe karıştı binek taşları
Selam getirmiyor turna kuşları
Seven sevdiğini arar dediler.
Müşkülü çözmenin en güzel yanı
Gayet mutlu eder çözen insanı
Gözükara’m bunca sözün kaptanı
Seyr-i seferini sorar dediler.
Not: bu metnin oluşmasında bize kaynaklık eden Muhittin Buğday (1941) hocaya çok teşekkür ederim.
Yorum yazarak Elbistan Kaynarca Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Elbistan Kaynarca hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Elbistan Kaynarca editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Elbistan Kaynarca değil haberi geçen ajanstır.
Şimdi oturum açın, her yorumda isim ve e.posta yazma zahmetinden kurtulun. Oturum açmak için bir hesabınız yoksa, oluşturmak için buraya tıklayın.
Yorum yazarak Elbistan Kaynarca Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Elbistan Kaynarca hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Elbistan Kaynarca editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Elbistan Kaynarca değil haberi geçen ajanstır.