İncecik köyünde üç-beş arıcı bir cuma namazı çıkışı bir araya gelmiş, arı muhabbeti etmekteler... Bıldır arıların şöyle oğul verdiğini, böyle bal yaptığını ve o yılki beklentilerini, abartılı bir şekilde ve karşı tarafa caba satmak amacıyla ballandıra ballandıra anlatırlar.
Bütün bu konuşmaların yapıldığı ortamda, küçük yaşından beri, yakın akrabalarının arılarının sağılma döneminde etrafa yaydığı rayihayı burnunun dibinde hisseden bir de delikanlı vardır. Arıcılığa hevesi gün gün artan bu delikanlı, ‘Bir gün benim de arım olacak. Ben de oğul alıp bal satacağım’ diye mırıldanarak, yavaşça oturduğu yerden kalkıp köyün meydanından geçerek, arısı olan bir hısımlarının evine doğru yürür.
Vardığı ev, abisinin kayın-babasının evidir.
Bu sırada delikanlı, zihnini meşgul eden arılar hakkında daha fazla malumat edinmesi gerektiğini düşünmektedir. Daha önceden görüp de okumadığı Bal Arısı Yetiştiriciliği, Hastalıkları ve Ürünleri isimli kitap şimdi ilgisini daha fazla çekmektedir.
Kitabı eline alır ve ilk defa görüyormuş gibi, renkli dış kapağını dikkatlice inceler. Üzerindeki arı ve kovan resimlerini seyrederken kendisini bal ağası gibi hisseder.
Kuşe yapraklı sayfalarını hızlı hızlı çevirerek okumaya başlar.
‘Arı, karnındaki boğumlu körüklerden nefes alır. Tüm boğumlu, halkalı hayvanlar gibi ciğersizdir. Bunlar yumurta ile çoğalırlar, doğurmazlar. Kulak ve burunları yoktur. Bu vazifeleri antenleri görür. Gözleriyle konuşurlar’ satırlarını okuyunca şaşkınlığı artıp aklı bulanır.
Kitabı okumadan önce rüzgar bekleyen bayrak gibi olan aklı, şimdi okyanusta fırtınaya tutulmuş gemiye dönmüştür. ‘Allah'ın hikmetinden sual sorulmaz’ diyerek,
Mevlüt kitabı okuyormuş gibi, sağ işaret parmağının ucunu dudağına götürüp hafifçe ıslatarak sayfayı bir daha çevirip okumayı sürdürür:
‘Arı-beyi, diğer arılara vazifelerini gözleriyle verir. Bey, dişidir. Bal yapan arılarsa hünsâdır; yani ne erkek, ne de dişidirler. Onlar lezzeti ve zevki bal yapmaktan alırlar. Kovanın oğul verme döneminde, içlerinde dört-beş tane bey bulunduğu gibi kırk-elli kadar da erkek arı olmuştur. Arılar kovana sığmayınca, evvela dişilerden biri delikten dışarı çıkar. Çıkar çıkmaz da, havadan ve ziyâdan, petekteki arıların âşık olduğu güzel bir renk alır. Ve içerdeki arıların bir kısmı da onun peşinden çıkar. Dişi bir yere konar. Diğer arılar onu görebilmek için birbirlerinin üzerine birikirler. Görüp doyan dışarı çıkar. Tıpkı hacıların Hacerü'l-Esved'i ziyaret etmeleri gibi...’
Kitap oldukça hacimlidir. Delikanlı ‘İyisimi götürüp evde okuyayım’ diyerek, ev sahibinden müsaade isteyip koltuğunun altında kitap oradan ayrılır.
Okuduğu kitabın tesirinde kalan bizimkinin, bundan sonra, arıcıların sohbetlerini dinlerken arada söze karışmasının sır ve hikmeti kendini bu konuda yetkin hissetmesinden ileri gelmektedir.
Bir ara ‘Ben de arıcılık yapmak istiyorum. İşe nereden başlamam gerekiyor?’ demesi gülüşmelere sebep olurken içlerinden biri, boşlukta kalan soruyu ‘Tabii ki arı alarak...’ diye cevaplar.
Bir diğeri de ‘Dikkat et, senin bu arı işi, bizim Hasan Hüseyin'in misafir almasına dönmesin!?..’ derken, sözü gediğine koymak için anlatmayı sürdürür:
‘Köye gelen çerçiyi misafir eden Hasan Hüseyin çerçiyle sohbet ederken gecenin geç sayılacak bir vaktinde söz güleşten açılır. Hasan Hüseyin, birkaç köy güleşinde güleşmenin verdiği duyguyla kendini pehlivan sanmaktadır. Bu arada çerçi, saat geç olduğu için, söz uzamasın diye sessizce dinlemektedir. Gündüz kaç köyü dolaştığının ve gün ağardığında yola çıkarak kaç köye uğrayacağının hesabını yapan çerçinin bu sessizliğini güleş bilmediğine yoran Hasan Hüseyin, sonunda hızını alamayarak, 'İstersen sana birkaç oyun göstereyim' der.
Misafir de, ev sahibinin bu teklifini geri çevirmenin kabalık olacağını düşünerek 'Olur Hasan Hüseyin Ağam!..' der.
Başlarlar güleşe...
Ancak, her seferinde misafir Hasan Hüseyin'i yıkar.
'Yenilen güleşe doymaz!' nüktesince, Hasan Hüseyin de her defasında misafire 'Bir daha tutalım' der.
Bu arada vakit de geçip gitmektedir.
Misafir bakar ki işin oluru yok, sonunda kasten yıkılır.
Ve 'Hasan Hüseyin Ağam!.. İkimiz de yorulduk, istersen bu güleş işini bitirelim' der.
Son seferinde misafiri yıktığı için kendini galip sayan Hasan Hüseyin de adamı bırakır...’
Bu olayı anlatan adam, sözlerini ‘Senin işin de buna dönmesin!..’ diyerek bağlar.
O sözü bağlasa da, bizimki bu anlatılanlara fazla kulak asmaz.
Ve beş kovan fennî, beş kovan da kara kovan olmak üzere on kovan arı alır. Arı sağma mevsimi geldiğinde, arılar gelecek bahara güçlü çıksınlar, iyi beslensinler diye kovandaki ballara da el sürmez.
Bir gün, Afşin/Tanır'da birisinin kovanının olduğu haberini alan bizimki motoru çalıştırarak soluğu Tanır'da alır.
Tanırlı sorar:
‘Epeyce arın var sanırsam. Arıları hangi yaylada yayıyorsun?..’
‘Arıcılığa yeni başladım. On kovan arı aldım. Oğul verirlerse hazırlıksız yakalanmayayım diye tedbirli davranıyorum.’
‘Hımm!..’
‘Bir şey mi dedin?..’
‘Yok!..’
‘Başka da bir şeye ihtiyacın olursa ben buradayım. Başka derken, diğer malzemeler de var bende...’
‘Yani...’
‘Arıcılıkla ilgili her şey diyorum...’
Bizimki, bunları da temin etmenin huzuruyla İncecik köyüne gelir.
Derken havalar soğumaya başlar. Elindeki kitapta, ‘Arılar 12. ayda içeri, korunaklı bir yere taşınarak, üzerleri bir branda ile örtülür’ yazdığını okuyan bizimki, bir ikindi vakti, kovanları boş bir ağıla taşıyarak üzerlerini motor römorkörünün çadırı ile kapatır.
Kapı pencereyi de iyice kapatarak tam bir karanlık ortam sağladıktan sonra arıların dışarı çıkacağı baharı beklemeye başlar.
Karlar eriyip havaların ısınmasıyla birlikte, güzden içeri koyduğu kovanları tek tek ve büyük bir itina ile dışarı taşır.
Ancak, dışarı taşınan kovanların içinden ne bir ses gelmekte, ne de arılar dışarı çıkmaktadır.
Durumdan şüphelenen bizimki kovanları tek tek açıp bakar ki ne görsün?!..
Kovanlarda tek bir arı yok... Kovanların içi bal dolu, ancak bir tane dahi vızıldayan arı yok!..
Hayretler içinde kalan bizimki ‘Bu nasıl olur?’ diye, durumu, o sırada oradan geçmekte olan köylülere anlatır.
Ve ‘Üzerleri kapalı, kapı pencere kapalı... bu arılar nereye gider?’ diye sorar.
Bunun üzerine her kafadan bir ses çıkar. Ancak, hiçbiri mantıklı bir yorum getiremez. İçlerinden biri ‘Duyduğuma göre, kovanlara fare girerse arıları yermiş. Büyük ihtimal senin kovanlara fare girmiştir’ der.
Farenin nasıl gireceği sorusuna da ‘Arının girdiği delikten fare çok rahat girer’ cevabını vermek suretiyle de sözünü pekiştirir.
Fareden oldukça huylanan bizimki, içi bal dolu kovanları traktöre yüklediği gibi Kayapınarı mevkiine götürüp dereye boşaltarak döner.
Başına bunca iş açan bu olayı aklı bir türlü almayan bizimki, durumu her gördüğü arıcıya anlatmaya başlar. En sonunda, başından geçenleri Afşinli bir arıcıya da anlatınca adam;
‘Sen kovanları ikindi vakti içeri aldığını söylüyorsun. Oysa o vakitte arılar yaylımdan daha dönmemiş olurlar. Anlayacağın, sen kovanları içeri aldığında içleri zaten boştu. Dolayısıyla, tabii arısız kovandan arı çıkmaz!’ deyince bizimkinin kafasına dank eder. Ve duyulabilecek bir sesle kendi kendine ‘Hasan Hüseyin'in misafir aldığına dönme sözünün ne anlama geldiğini şimdi anladım’ der.
Karşısındaki de, yüzünde beliren şaşkınlık ifadesiyle ‘Ne Hasan Hüseyin'i?!..’ diye sorunca, bizimki ‘Boş ver, çok eski bir mesele...’ der.
Ve sonra, arı için aldığı müştemilatı birine hibe eder. Aldığı 40 kovana gelince: Bunları da, -kendi tabirince ‘Sağ olsunlar’- köylüleri ne vakit koyun-kuzu yemliğine ihtiyaç duysalar, elleriyle koymuş gibi alıp götürürler.
Bunca yaşanmışlık arkasından siz nasıl düşünürsünüz onu ben bilemem! Ancak; benim ne düşündüğümü merak edenler gönül coşkusundan meydana gelen duygu şelalesinin sesi, hüzün kuşlarının sesine karıştığı bir vakitte, aldım kalemi kağıdı başladım yazmaya:
Tecrübe ile Sabit
İnsan ne ederse kendine eder
Uğramaz ellerin zararı sana
İnsana mahsustur sevinç ve keder
Tecrübeyle sabit yararı sana
Eğri iş tutanlar doğrudan kaçar
Mevla'm daralana bir kapı açar
Kovanlar boşalır arılar uçar
Akledip ver demiş kararı sana
Her gidenin arkasından gidilmez
Nasip olmayınca kısmet güdülmez
Kimi insan vardır haddini bilmez
Zarardır dostluğu çıkarı sana
Hizmetinde kusur eylemeyesin
Sözün büyüğünü söylemeyesin
Gideni yolundan eylemeyesin
Bir yolda rast gelir sakarı sana
Gelmedik iş yoktur kulun başına
Her insan dayanmaz aşk ataşına
İşini düşürme öz gardaşına
Bakar aşağıdan yukarı sana
Derdi olmayana derdini açma
Mevla'nın dışında elini açma
Derman dert verende derdinden kaçma
Pişmanlık getirir firarı sana
Hak, günde gizlemiş gündüz-geceyi
Birlikte yaratmış fili böceği
Bahçede gülleri kırda çiçeği
Kokla diye vermiş baharı sana
Gözükara'm ne söylesin ne desin
Söz içinde söz var anla gerisin
Arı tutup bal almamış birisin
Duacı İncecik civarı sana
Ezcümle: Köke bağlı olmayan dal meyve vermez...
Yorum yazarak Elbistan Kaynarca Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Elbistan Kaynarca hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Elbistan Kaynarca editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Elbistan Kaynarca değil haberi geçen ajanstır.
Şimdi oturum açın, her yorumda isim ve e.posta yazma zahmetinden kurtulun. Oturum açmak için bir hesabınız yoksa, oluşturmak için buraya tıklayın.
Yorum yazarak Elbistan Kaynarca Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Elbistan Kaynarca hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Elbistan Kaynarca editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Elbistan Kaynarca değil haberi geçen ajanstır.