“Ali İhsan Yinanç Hoca’nın Anlatımıyla İtin Boku Hikayesi”

Sevgili Okurlarım bugün sizleri, Halil Efendiler Kabilesinden Elbistan’ın köylerine kadar ulaşan inanılmaz kıraatlı sesiyle anılan Çarşı Atik Camii Müezzin’i Rahmetli Mustafa Efendi’nin oğlu Ali İhsan Yinanç ile buluşturacağım. Alihsan Yinanç Bey, Milli Eğitim Müfettişi olarak devlet memurluğundan emekli olmuştur. Kıymetli Hocamız Elbistan’ın yaşayan tarihi olup şehrin kültürel değerlerini çok iyi bilmekte ve ifade etmektedir.

Elbistan da birine “İtin Boku Kadar” olamadın deyince bilirsiniz ki, o kişi gereksiz veya yetersiz olduğu bir durum içindedir. Hep Birlikte, hocamızın anlatımıyla, Elbistanlı halkın dilinden düşmeyen, dilden dile dolaşan itin boku hikayesini ne olduğuna bakalım.

Ali İhsan Yinanç’ın kaleme alıp yazarak dile getirdiği Meşhur İtin Boku Hikayesi:

“İTİN BOKU

Sanayi yoktu derler.

Yanılıyorlar...

Çarşı Camii derdi halk.

Çarşı Atik Camii'dir asıl adı.

Kıble tarafını hatırlayanlar olur belki...

İki tarafı dükkanlarla dolu.

İplik mumlayanların keman gibi çıkardığı ses ile, kürsüye inen muştaların gümbürtüsü.

Çok sesli bir orkestra idi, benim kulaklarımda...

Hala çınlar. 

Kime baksan, meşin deri takmış önlük olarak.

Çırak iken, en çok imrendiğim, işte o önlük.

Ustam bana da vermişti, boyuma uygun olanı.

Toz kalkmasın diye, dükkanı sulamakla başlardı biz çırakların işi.

Elimize batsa da dikenleri, süpürmek demek; işi başarmak sayılırdı.

Usta geldiğinde, Bir aferin almak...

Ne demek bilir misiniz!...

Bilen bilir; onun tadını...

Hele çık bir bak çarşıya.

Herkes asmış sayılarca, dükkan önüne.

Kırmızısı, karası, Tabanı camız (manda) derisinden olanı da var.

Kamyon lastiğinin katından da...

Kimi Filar der adına.

Kimi de yemeni...

Tam boy olan mestler bir tarafta, çoraba dikilecek kısa boylu mestler öbür tarafta.

Küçüğü de var. Büyüğü de...

İşte sanayi. İşte sanayi çarşısı...

Anam, benim de sanayici olmamı istemiştir belki.

Köşker çıraklığıma desteğinden belli...

Hiç kavga görmedim ben o sanayi çarşısında.

Müşteri akını fazla ise, değme ustaların keyfine.

Şakaların yağlısı da var. Ballısı da...

Dükkândan dükkâna atışmaların tadı bir başka olurdu köşker çarşısında. Kahkahalar, ezan vaktine rast gelmişse eğer; "ezan okundu mu " diye soranlar da olurdu...

İşlenmiş deri satan yoktu.

Derilerin tabaklanması da aynı ustaların işi idi.

Kalfalar başı çeker.

Çıraklar işe koşar.

Deriler kireçlenecek. Kılları yolunacak.

Cek, cak derken...

Sıra it bokuna gelecek...

Sırası ile öğreniyoruz biz çıraklar.

Dükkana geldim.

Önlüğümü takmak istedim.

"Al şu on kuruşu Ali İhsan" dedi ustam.

İstediğim gibi harcarmışım...

Evlerine gitmemi, ağzı açılmış, kalın telden kulp takılmış tenekeyi, ateş küreğini ve süpürgeyi almamı söyledi.

Nerelerden, nasıl toplamam gerektiği hakkında bilgilendirdi.

Meğer, it boku toplamanın asıl ustaları, dükkandaki çıraklar imiş...

Yaşadığım ilçede, bu kadar çok it olduğundan haberim bile yokmuş...

Ama, onların çıkardıklarını toplayacak ne yürek var bende, ne de beceri...

Adam gibi adamı severler bizim yörelerde.

Baba malını satıp yiyen tembellere "itin boku kadar olamadı" derlerdi.

Anlamazdım, ne anlama geldiğini.

Bu itin boku hangi derde deva imiş...

Meğer kimyanın da kimyası imiş.

Ama, ben bilmezmişim...

Yıllar sonra anlasam da...

Başlar gibi oldum işe.

Bir...

Ahmet emmi gidiyor.

İki...

Hacı Ali dayı geliyor.

Üç...

Fadime teyze kapıdan bakıyor.

Dört...

Kravatı boynunda, Sarı şeritli şapka başında, Orta Okul yolunda, Halit Arkadaşım.

Beş...

Altı.............

Duvarların gölgesi saklamıyor insanı...

Keşke, yer yarılsa idi...

İkindi vakti gelmiş.

Ezanın okunmasından anladım.

Dükkânın kenarında durdum.

Uzattım elimi. Ustanın kütüğüne, "AHA PARA" deyip; o kocaman on kuruşu, tınk diye koydum.

Arkamdan seslense de ustam...

Gidiş, o gidiş...

Kayıtlar başladı dediler.

Nasıl gideceğimi, ne söyleyeceğimi bilmiyorum ki...

En sona ben kaldım.

Kapıyı tıkladım. Girdim içeri.

Tepeden tırnağa derler ya...Öyle baktı Müdür Bey.

Kayıt olmak için geldiğimi, okumak istediğimi söyledim.

Yine baktı bana.

İlk Okuldan mezun olduğumda niçin gelmediğimi sordu.

Her şeyin doğrusunu anlattım.

"İpini koparan geliyor" diye mırıldandı.

"Senden öğrenci olmaz oğlum, git, yine çırak ol" dedi.

Çıktım dışarı.

Ne gelen var; ne de giden...

Müdürün kapısında ne kadar beklediğimi ancak Allah bilir...

Kapı sesine irkildim.

Müdür bey kafa tasımdan tutup yüzümü çevirdi.

"Sen hala gitmedin mi?" dedi.

Hani, gök gürültüsü ile şakırdayan yağmurlar var ya...

Onların tümü, benim göz yaşımdı sanki...

"Gel içeri" dedi.

Hazırlamam gereken işlemleri bildiren kâğıdı verdi.

Elbistan Ortaokulu son sınıf öğrencisiyim.

Hiç kimseye inanmadığı laboratuvarın anahtarını verdi bana.

Yalnız Müdür değil;

Aynı zamanda Fizik, kimya, tabiat bilgisi öğretmenimizdi.

Geçerken kahvenin önünden, gel der gibi el etti.

Arkadaşlarının yanında övdü beni.

Öğretmen Okulu sınavını kazandığımı söyledi.

Rahmetle andığım...

Öğretmenim Hüsnü Söylemezoğlu.”

# YAZARIN DİĞER YAZILARI

Yazar Gamze Erden - Mesaj Gönder


göndermek için kutuyu işaretleyin

Yorum yazarak Elbistan Kaynarca Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Elbistan Kaynarca hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Elbistan Kaynarca editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Elbistan Kaynarca değil haberi geçen ajanstır.