Güler misin, ağlar mısın?
Türkiye’miz yer aldığı coğrafya itibariyle dünyanın en önemli siyasi alanlarından biridir. Dünyanın birçok ülkesine doğrudan ulaşım imkânına sahip olması da ticari-ekonomik anlamda ülkemizi önemli kıl maktadır. Tarih boyunca çeşitli milletler tarafından ele geçirilmek istenmesinin nedenlerinden biri de budur. İpek yolunun önemli geçiş noktalarından birisi olması her devletin bu topraklar üzerinde iştahlarının kabarmasına yol açmıştır.
Dört mevsimin bütün güzellikleriyle yaşanabilir olması; geniş ovalara, platolara, yaylalara, uçsuz bucaksız ormanlara sahip olmasının yanında ülkemiz, dağlarıyla da farklı bir görünüm arzeder. Küçük tepeciklerden tutun da yüksekliği neredeyse altı bin metreye kadar ulaşan heybetli dağlarıyla tabiat tutkunları için vazgeçilmezdir Türkiye. İşte bu dağlardan birisi de Torosların uzantısı olan Nurhak Dağıdır. Elbistan ovasının her yerinden rahatlıkla görülebilen bu dağ 3090 metre yüksekliğiyle oldukça heybetlidir.‘Hakk’ın Nuru’,’Nurlu Dağ’da denilen bu ihtişamlı dağın tepesinde, gecenin zifiri karanlığında bile baktığınızda bir parlaklık görürsünüz. Nurlu Dağ denilmesinin esbab-ı mûcibesi bu olsa gerek. Nurhak Dağı'nın zirvesinde halk tarafından Ali Göl denilen doğa harikası krater bir göl bulunmaktadır. Burada, yazın Ağustos'ta dahi kar olup buzul mağaraları mevcuttur. Seksenli yıllara kadar çevre köylerden gençler bu dağa çıkarak kar alıp evlerine götürürlerdi. Bu mağaralardan en ünlü olanı ise inleyen mağaradır. Genelde ziyaretçisi eksik olmayan bu bölge Türkiye çapında tanınan ve bilinen bir yerdir. Son yıllarda nesli tükenen yaban keçileri devlet eliyle buraya getirilerek çoğalmaları için gerekli ortam sağlanmış ve sayıları gitgide artmaktadır. Zaman zaman sürü halinde uzaktan bile görünen bu güzel hayvanlar ekolojik dengenin sağlıklı bir biçimde oluşmasına da katkı sağlamaktadır. Yöre halkının da duyarlı davrandığı bu hayvanlar Nurhak Dağına ayrı bir güzellik katmıştır.
Bu ihtişamlı dağın hemen eteğine kurulmuş olan ve tarihi geçmişiyle öne çıkan bir ilçemiz var. Nurhak. Daha önceden Kahramanmaraş’ın Elbistan ilçesine bağlı bir köy iken 1971’de nahiye, 1990 yılında da ilçe olan Nurhak, ismini Torosların uzantısı olan bu görkemli Nurhak Dağından almaktadır.
Anadolu'nun en eski yerleşim yerlerinden biri olan bu köyün tarih boyunca birçok medeniyete ev sahipliği yaptığını, tarihi İpek Yolu'nun da yine buradan geçtiğini biliyoruz. Hatta çok yakın döneme kadar kağnı yolu denilen yol, bu yoldu. Devletlerin kaderini değiştiren çok önemli savaşlar yine bu bölgede olmuştur. Birçok kez devletlerarasında el değiştiren bu bölge nihayetinde Türkün ebedi yurdu olmuştur.
1960'lı yıllarda bile nüfusu oldukça yoğun olan Nurhak’ın -ki o yıllarda 500 haneli idi- neredeyse üçte biri birbiriyle akrabadır. Köyün ilk yerleşim yeri, eski köy denilen bölgedir. Günümüzdeki ismi de ‘Eski Köy Mahallesi’dir. Eski mahallenin hemen yanı başında, hangi savaşta şehit düştükleri bilinmemekle beraber şehitlerin kabirlerinden oluşan ‘şehitler kabristanlığı’ mevcuttur. Bu da bize, tarihi belli olmamakla beraber geçmişte burada büyük savaş/lar/ın yaşandığını göstermektedir.
Köyün içinden geçerken Karapınar mevkiinin Göksu çayı ile birleşen ve şu anda içme suyu olarak şehir şebekesine bağlandığı için kurumuş olan dereden bir zamanlar karşıdan karşıya geçmek ancak sallarla mümkün olurmuş. Değirmen Deresi denilen bu dere adını üzerine kurulan su değirmenlerinden almıştı. Ancak ne var ki su ile çalışan bu değirmenlerden günümüzde hiçbirisi aktif değildir. Oysa bir zamanlar bu değirmenlere öğütülmek üzere seklem seklem unluk buğday, bulgur, arpa, mısır getirilirdi. Değirmene getirilenler sıraya konularak, sırası gelen kişinin buğdayı un, arpası zavar edilirdi.
Bu sıra işi o kadar önemliymiş ki sıra için, ‘senden önce ben geldim,’’yok sen sonra geldin’ tartışması çıkar, hatta tartışmanın kavgaya dönüştüğü olurmuş.
Bu değirmenlerin işletildiği dönemler değirmenlerin bir nevi sosyal alanlar olarak kullanıldığını iyi bilirler. Uzak köylerden bile insanların un öğütmek için geldiği bu yerler hem farklı köylerden insanları tanıma hem de farklı olaylardan haberdar olma noktasında önemli bir bilgi edinme kaynağı idi. Bu günkü tabirle sosyalleşme alanlarından biri de değirmen başlarıydı o zamanlar. Çoğu kez akşamdan gelip sıraya girilir, geceyi sohbet ederek birlikte geçirirlerdi.
Değirmene gidip bunca zaman geçireceksin de baç yemeden dönesin. Olacak şey midir bu? Değirmene un öğütmeye gelenler kalabalıklaştığında değirmenci mutlaka baç yapar ve orada bulunanlara ikram ederdi. Peki nasıl yapılırdı bu baç? Değirmenci, içi oyulmuş meşe kütüğünden yapılan hamur teknesine taze öğütülen unu koyarak hamur yoğurur, sonra da bu hamurdan bazlamalar yapardı, bu bazlamaları ateşin üzerine konan (gayet ince) yufka tandır taşta pişirirdi. Yeni öğütülmüş taze undan yapılan bu bazlamanın yöre sel adı ‘baç’tır. Müthiş bir lezzeti olan bu baçın kokusunu kilometrelerce uzaktan almak mümkündür. Küleflerin değirmeni, Kühçü'nün değirmeni ve yine nihayet Terzinin değirmeni son döneme kadar faal olan değirmenlerdi. Elektrikle çalışan değirmenler icat olunca bu değirmenler de hükmünü tamamlayarak tarihin geçmiş sayfaları arasındaki yerini aldı.
Nurhak dağı yaylası, ünlü yılan ovası ve asırlık ormanlarıyla meşhurdu. Ormanlarında her türlü yabani hayvana rastlamak mümkündü o vakitler. İçine girenlerin gökyüzünü göremediği, karaçam, fıstıkçamı, sedir, ladin, köknar, ardıç ve ulu çınarların gökyüzüne doğru serbestçe büyüdüğü bu ormanlar çevre insanının da geçim kaynaklarından biriydi. Köyün içinde ve dere kenarlarında söğüt, selvi, iğde çalısı, biraz daha kenarlarda yaban armudu, alıç bolca bulunurdu. Üzümleriyle ünlü bağları, elma ve ceviziyle meşhur bahçeleri gören göze güzellik, gönüllere ise ferahlık verirmiş. Bütün bunların yanı sıra ilçenin Kapıdere istikametindeki tarlalarında tütün yetişirdi. O zamanlar yöre halkının geçimi her ne kadar yaylacılık üzerine inşa edilmiş olsa da orman işçiliğinin geçime katkısı inkâr edilemez kadar önemliydi.
Neşenin tartılmadığı, gamın ölçülmediği, beklemenin bir sancıya dönüştüğü, hasretin paslı hançerden farksız olduğu, gecenin koynunda büyüttüğü korkunun teslim aldığı zamanlar… bulut saçlı ormanın pınarlarına inen ceylanların ürkekliği üstüne sinen keçesi omzunda, sürüsünü gezdiren çobanın tutturduğu türkü, baltasıyla budak çalan orman işçisinin kulaklarını yalayıp geçerken yorgunluğu azalır, ruhu dinginleşirdi yine de insanın...
Uykunun düşüne aldanmayan insan, dağların da bizim üzerimizde hakkı olduğunu bilir.
***
Ee! Bunca güzellemeyi boşuna yapmadığımızı fark etmişinizdir sevgili okuyucularım. Bize o yaşanmışlıkları hatırlatıp yad ettiren biri var tabi ki. Halil İbrahim Kahraman hocam. Okuyucularımıza öncelikle bu kıymetli hocamızı tanıtmak istiyorum. Nice kıymet ve değerimizin kadrinin bilinmediği bu vefasız dünyada, biz de vefasızlar kervanına katılmamak için bunu bir görev ve sorumluluk olarak görüyorum.
Halil İbrahim Kahraman 1956 yılında Kahramanmaraş’ın Nurhak ilçesinde doğdu. İlk ve ortaokulu Nurhak’ta okudu. Tokat Öğretmen Lisesinden mezun oldu. Ankara Ticaret ve Turizm Yüksek Öğretmen Okulunu bitirdi. Erzurum Ticaret Lisesi ve Ceyhan Ticaret Lisesinde öğretmenlik yaptı. Nurhak’ta okul müdürlüğü, Şube Müdürlüğü ve İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü görevlerinde bulundu. Osmaniye İl Milli Eğitim Şube Müdürlüğü, Ankara İl Milli Eğitim Şube Müdürlüğü, Millî Eğitim Bakanlığı Mesleki ve Teknik Eğitim Genel Müdürlüğü Daire Başkanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Üyeliği yaptı. Milli eğitimin her kademesinde başarılı hizmetler vermiş olan hocamıza sağlık, sıhhat ve selamet diliyorum.
Burada bir hususun altını çizmekte fayda görüyorum. Genelde bürokratik görevlerde bulunan insanların his ve duygu dünyalarının soğuk olduğu düşünülür. Bürokrasinin hantal ve bir o kadar da ağır olan sorumluluğu insani duygularda bir yıpranmaya yol açabiliyor maalesef. Halil İbrahim hocam tüm bu resmi görevlerinin getirdiği kaçınılmaz strese rağmen özgül ağırlığı olan, duygusal ve bir o kadar da merhamet abidesi bir insan. Aşağıdaki hatırasını okuduğunuzda sevgili Halil İbrahim hocamın nasıl bir duygu ikliminde yaşadığını siz de hissedeceksiniz. Kendisini tanıyanların tabir-i caizse sevmek zorunda kaldıkları eğitimci hocamız yaşayan değerlerimizden biridir.
Şubat tatilinde geldiği Nurhak’tan, Tokat Öğretmen Lisesine gitme günü geldiğinde geri dönüş için yol parası ve harçlığa ihtiyacı vardır. Babası borç harç 100 lira para temin eder. Bu parayı oğluna verirken;
‘Oğlum, yüz lira bulabildim, bu para yeter mi?’ der. Halil İbrahim Hoca:
‘İdare ederim,’ diye cevap verir. Ama çok sonraları olayın başka bir boyutunu öğrendiğinde iç dünyasında yaşadığı sarsıntı, altından kalkılması çok güç bir deprem olarak yüreğine yerleşir ve bir daha da çıkıp gitmez. Babası oğlunu yolcu ettikten sonra kimsenin görmeyeceğini düşünerek bir odada ağlamaktadır. Anasının telaşlanarak sorması üzerine:
‘Oğluma yeterince harçlık veremedim. Onun için kendimi tutamayarak ağladım.’ der. Anasının kendisine çok sonraları anlattığı bu iç yakıcı olayı hiç unutmayan Halil İbrahim Hoca, hala aklına geldiğinde gözyaşlarını tutamaz. Babasının o günkü çaresizliği her aklına geldiğinde ağlayabilen bir koca yürektir Halil İbrahim hocam. Artık ne kadar tanıtabildiğime siz karar verin sevgili okuyucular…
Demem o ki; İnsan sadece sıla ve sevdiklerinden ayrı kalınca hasretlik çekmiyor. Yürek taşıyan her insan gibi Kahraman hocamda tekrarı olmayan bu hayatta, geçmiş diye tabir edilen yaşanmışlıkların yüreğinde bıraktığı tortuların acısını çeken, yaşanmışlıkların hasretini taşıyan birisidir. Tıpkı bizim gibi.
Aynı zamanda şair olan Kahraman hocam şiirlerinde genel olarak memleket ve sıla özlemini dile getirirken, nesir yazılarında ise Nurhak’ta yaşanmışlıklar ve Nurhak’a ait her şey ilgi alanına girmektedir. Halil İbrahim Kahraman'ın ‘Kar Düştü’, ‘Mazide Kaldı’,’Yüreğimde Tütenler’ ve ‘Bir Mevsimde Üç Bahar’‘isimleriyle yayınlanmış 4 eseri bulunmaktadır. Evli ve 3 çocuk babasıdır.
Sözü artık Halil İbrahim Kahraman hocama bırakalım:
Bin dokuz yüz seksen senesinin sonlarına doğru Nurhak’ta orman kesimi yapılmaktadır. O yıllarda Nurhak’ın sevilen simalarından Kart Mehmet, yani nam-ı diğer Karto kamyonculuk yapmaktadır. İşi gereği bazen üç gün, bazen beş gün, bazen daha da fazla dağda kesim alanında kalmaktadır. Bu bölge Nurhak ilçe merkezine yaklaşık iki saatlik yürüme mesafesindedir. Bir gün erzakı biten Karto yine o dönemin meşhur orman muhafaza memurlarından yakın arkadaşı ormancı Haşim’e haber salar. ‘Rakım var ama mezem bitti. Acele mezeye ihtiyacım var,’ der.
Haberi alan Haşim arkadaşını kırmaz ve bir poşet can eriği alarak yola düşer. Bir elinde rakı şişesi, bir elinde erik poşeti olduğu halde çetin ve zor yolu adımlamaya başlar. Arada bir elindeki rakı şişesinden yudumlayan Haşim’in kafası bir süre sonra bir hayli güzelleşmiştir. Dikenlerin, çalıların arasından yürürken Haşim farkına bile varmadan poşet delinir ve erikler dökülür. Haşim zaten kafayı bulmuştur. Bu durumu bilse de umursayacak hali yoktur açıkçası. Kesim alanına geldiğinde bir de ne görsünler! Poşetin ibiğinde yani köşesinde sadece küçük bir erik kalmıştır. ‘Olsun,’ derler. ‘Kul kısmetini yer,’ diyerek çilingir sofrasının başına geçilir. Rakılar açılır. Her yudumdan sonra kalan o tek eriğe sadece diş atılır. Isırmazlar. Bir erikle bir büyük şişe içilir. Kafalar iyice güzelleşmiştir. Böyle neşe içerisinde idare edip giderlerken nasıl olduysa Haşim yanlışlıkla ısırdığı eriği yer. Bunu gören Karto sinirlenerek ayağa kalkar ve Haşim’e;
‘Mezeyi bitirdin. Sen içmeye değil, meze yemeye gelmişsin,’ der.
Bu olaydan birkaç sene sonra KartoHakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Ormancı Haşim ise, içkiyi bırakmış, namazında niyazında hayatına devam etmektedir.
***
Nurhak belediye başkanlarından Mustafa Gündüz seçimi kazandıktan yaklaşık bir ay sonra işi gereği Ankara’ya gidecektir. Ankara Nurhak arası araçla ortalama sekiz saat sürmektedir. Hal böyle olunca da hareket için en uygun zaman olan gece yola çıkmanın doğru olacağını düşünür ve öyle de yaparlar. Şoför Veli Hüseyin yönetimindeki araçla gece dokuz gibi yola çıkarlar. Bu seyahat başkanın ilk il dışı seyahatidir. Elbistan’ı geçince başkan şoföre;
‘Hüseyin, ben yorgunum, biraz uyuyacağım, radyoyu bir zahmet kapat, nasıl olsa fazlasıyla zamanımız var. Sen yavaş yavaş yola devam et,’ der. Başkan arkada uyumaya başlar bir süre sonra. Kayseri’nin Pınarbaşı ilçesine yaklaştıkları sırada şoför aracın yakıtının bitmek üzere olduğunu fark eder. Güzergâh üzerindeki ilk sosyal tesiste durur. İstasyonda bulunan görevliye benzin doldurmasını söyleyerek ihtiyacını gidermek amacıyla tuvalete gider. Bu arada başkan da uyanır, çorba içmek için restorana gider. Şoför ise işini bitirdikten sonra arka koltuğa bakma ihtiyacı bile duymadan arabayı çalıştırarak yola koyulmuştur bile. Başkan çorbasını içer, biraz oyalandıktan sonra arabaya geçer. Ama şoför ortalıkta yok! Çevrede bakınarak arar ama göremez. Petrolde olmadığı kanaatine varınca cep telefonundan şoförü arar:
‘Hüseyin neredesin?’
‘Başkanla Ankara’ya gidiyorum.’
‘Bana başkanı ver.’
‘Başkan uyuyor.’
‘Uyandır, telefonu ver.’
Şoför elindeki telefonu arka koltukta yattığını düşündüğü başkana uzatır ve;
‘Başkanım, sizinle görüşmek isteyen biri var,’ der. Ancak ne var ki telefona uzanan bir el yoktur ortada, bu kez telefondan öfkeli bir ses yükselir:
‘Ulan oğlum, Başkan benim. Beni unuttun. Acil dön de gel.’
Yaklaşık 60 km yol giden şoför tekrar dönmek zorunda kalır
***
Bir eve bir hasta yeter:
Asıl adı Kemal olup herkes tarafından Nanik Koca olarak bilinen, alası dışında, latifeyi seven, oldukça da çalışkan, güler yüzlü hoş sohbet birisiydi. Kırmayan esprileri ve yaptığı sıra dışı davranışlarla etrafındaki insanları kahkahaya boğan Nanik Koca, sıradan bir durumu bile bir komedi sanatçısı maharetiyle gülünç bir biçime sokmayı başarır, insanlara günlerce konuşabilecekleri bir konu çıkarırdı. Bu davranışlarıyla yaratılıştan muziplik yeteneklerine sahip bir kişiliği olan Kahraman hocamın teyzesinin kocası olan bu hemşehrimiz toplumun aranan simalarından biriydi.
Yine her zamanki gibi sabah erkenden kalkıp işine gider. Hanımı ise o günlerde biraz rahatsızdır. Hanımının büyükablası Nanik Koca işteyken geçmiş olsun ziyaretine gelir. Aksilik bu ya, o da hastalanır. Bir yatak açarak ocaklığın öbür yanına da o yatar. Nanik Koca akşam eve geldiğinde bakar ki iki yatak serili.
‘Birinde yatan benim hanım, peki ya öbür yataktaki kim?’ diye düşünerek yorganın ucunu kaldırıp bakar. Yatanın en büyük baldızı Fadime olduğunu görür. Niye yattığını sorduğunda kadıncağız, ‘ziyarete gelmiştim, hastalandım,’ der. Nanik Koca;
‘Kalk bacım, kalk, bir eve bir hasta yeter,’ diyerek baldızını sırtına alarak doğruca evine götürür.
***
Halil İbrahim hocamda hikâyeler tükenmez ama takdir edersiniz ki bizim için ayrılan yer o kadar bitmez tükenmez genişlikte değil. Yine de Hocamızdan son bir hikâye nakletmekten kendimi alamıyorum doğrusu.
Bakalım bu hikâye bize ne anlatacak:
Asıl mesleği baytarlık olan…
Bir süre Çin’de kalan genç, elinde Çince yazılı bir belge ile birlikte yanında kız kardeşi olduğu halde Nurhak’a gelir. Geçici bir süreliğine kendine bir ofis kiralar. Elindeki belgeyi göstererek kursa gidip bu belgeyi aldığını ve insanları tedavi ettiğini söyler. Tedavi aracı ise sürekli elinde tuttuğu bir takozdur. Bunu ağrıyan yere vurarak ağrıyı tedavi ettiğini söyler ve hasta kabulüne başlar. Tedavi ücretinin ise sadece yüz TL olduğunu söyler. İnsanımız da hiç bilmediği, üstelik denenmemiş olan bu yöntemi merak ederek ağrısı, acısı-sancısı olan yüz TL’yi bastırarak tedavi! olur.
Bu genç, tedavi ediyorum diyerek insanların hem paralarını alır hem de döver. İşin ilginç, ilginç olduğu kadar da gülünç tarafı ise dayak yiyenlerin içinde anam ve fizik öğretmeni olan kardeşim Mesut Kahramanda var. Bu genç, kardeşimin öğrencisi olduğu için kendisinden para almamış ama tahmin edebileceğiniz gibi ikisini de tedavi ediyorum diyerek güzelce dövmüş. Peki ağrılar geçmiş mi? Evet. Takozun verdiği ağrı öncekinden daha fazla olduğu için önceki ağrı kısa bir süre hissedilmediği için herkes tedavinin işe yaradığını zannetmiş doğal olarak…
***
GÜLER MİSİN AĞLAR MISIN?
Hele bir düşünün bu hangi asır
Böyle bir asırda böyle bir kusur
Aklın gümanı yok fikirse esir
Güler misin ağlar mısın ne dersin?
Baytar beyin geldiğini duyanlar
Sıraya girmişler baylar bayanlar
Öne geçmiş yüz kaymeyi sayanlar
Güler misin ağlar mısın ne dersin?
Meğer ne marifet varmış dayakta
Kimi yatıp yemiş kimi ayakta
Çoban bile gülmüş karşı koyakta
Güler misin ağlar mısın ne dersin?
Sen yeter ki kaz ol yolan çok olur
Kalabalık lafta yalan çok olur
Ahmağın üstüne plan çok olur
Güler misin ağlar mısın ne dersin?
Birçoğunun geçivermiş sancısı
Daha ağır basmış takoz acısı
İhya olmuş baytar beyle bacısı
Güler misin ağlar mısın ne dersin?
Mademki ağrıyor ayağın demiş
Şifa niyetine dayağım demiş
Hocam buda benim kıyağım demiş
Güler misin ağlar mısın ne dersin?
Şöyle bir kenara çekip masayı
Öyle bir dövmüş ki Hallo Musa’yı
Kalbura çevirmiş sağlam kasayı
Güler misin ağlar mısın ne dersin?
Sen ey İmam Erik Avrupa gördün
Hadi onlar kördü sen de mi kördün
Peki sana no’ldu ne idi derdin
Güler misin ağlar mısın ne dersin?
Bodonun hanımı Hacının kızı
Vücut mosmor olmuş her yanı sızı
Yine de savunur o vicdansızı
Güler misin ağlar mısın ne dersin?
Cahil cühelayı anladık tamam
Sana ne demeli Mesut Kahraman
Hani okumuştun aydındın taman
Güler misin ağlar mısın ne dersin?
Halil İbrahim Kahraman Hocamın şiirini okuduk.
Şimdi kalkıp ta buraya kadar sürdürdüğümüz, yazıyı kendi şiirimizle süsleme adetini bozmak olmaz. Yazıyı buraya kadar getirip, bunca yaşanmışlığa dair bir söz söylemezsek noksan kalmasının yanında hocama da ayıp etmiş oluruz. Sözü, nesrin sultanı şiire bırakıyoruz. Artık gönlümüzden ne koptuysa…
GELMİŞ GEÇMİŞLER
Gelmişi geçmişi fikir eyledim
Nice duyulmadık iş gelmiş geçmiş.
Sözün arasını tabir eyledim
Dağların başından kış gelmiş geçmiş.
Sevip alamayan kara bağlamış
Kimi coşa gelmiş coşkun çağlamış
Kimi gizli kimi açık ağlamış
Kirpiği ıslatan yaş gelmiş geçmiş.
Ömür sermayesi gün-günü erir
‘Git’ diyen ‘gel’ diye hükmünü verir
Amel defterini açar çevirir
Kimi dolu kimi boş gelmiş geçmiş.
Diyar-ı gurbeti eylemişiz yâr
İçinden geçeni demeden duyar
Yan yana yatıyor cıvan-ihtiyar
Her başa dikilen taş gelmiş geçmiş.
Bu dünyanın ele gelir yanı yok
İnsan bir kitaptır okuyanı yok
Ecel bahçesinin şakıyanı yok
Ten-beden içinden kuş gelmiş geçmiş
Sarı seller aka aka durulur
Su üstüne çelik köprü kurulur
Aşkın kanunudur seven yorulur
Birçok Mali hülle [1] düş gelmiş geçmiş
Gözükara’m hakikati aralar
Acı gerçek hepimizi yaralar
Vakti gelenleri ecel sıralar
Akıbeti ören, hoş gelmiş geçmiş.
Bu gün göğümüzdeki bulut gözyaşlarını Nurhak’a yağdırdı.
Ezcümle; Tüm bunlar gösteriyor ki ömür yaşamışlıkların üst üste konulmasından ibaret.
[1] Mali hülle: Hayal etmek, zihninden geçen müspet düşünceler yumağı.
Makale Yazısı-25 May 2022 - 12:16
TECRÜBE İLE SABİT -48-
Yazar Mehmet Gözükara - Mesaj Gönder
Yorum yazarak Elbistan Kaynarca Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Elbistan Kaynarca hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Anadolu Ajansı (AA), İhlas Haber Ajansı (İHA), Demirören Haber Ajansı (DHA), Anka Haber Ajansı (ANKA) tarafından servis edilen tüm haberler Elbistan Kaynarca editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Elbistan Kaynarca değil haberi geçen ajanstır.
Şimdi oturum açın, her yorumda isim ve e.posta yazma zahmetinden kurtulun. Oturum açmak için bir hesabınız yoksa, oluşturmak için buraya tıklayın.
Yorum yazarak Elbistan Kaynarca Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Elbistan Kaynarca hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Anadolu Ajansı (AA), İhlas Haber Ajansı (İHA), Demirören Haber Ajansı (DHA), Anka Haber Ajansı (ANKA) tarafından servis edilen tüm haberler Elbistan Kaynarca editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Elbistan Kaynarca değil haberi geçen ajanstır.